Niçin “İyi” İnsanlar “Kötü” Şeyler Yaparlar?

Mesela kariyerinin zirvesinde iken “doping” yaptığı gerekçesiyle gözden düşen madalyalı bir atlet, örnek alınan bir sanatçının uyuşturucu madde kullanımından göz altına alınması, çocuğunun okul taksidini kumar oynamak için kullanan başarılı bir cerrah ve diğerleri… Ben, sen, o; biz, siz, onlar…

Başarıya doğru giden yolu sabote etmek, hayatımızın gidişatını değiştirebilecek kadar kendi kendimizi baltalamak, neyin habercisi?

Ford Bütünleyici Koçluk Enstitüsünün kurucusu ve Gölge Süreci Seminerlerinin kaşifi Debbie Ford, “Niçin İyi İnsanlar Kötü Şeyler Yaparlar” kitabında, neden ve nasıl kendimize düşmanlık edebildiğimizi inceden inceye anlatıyor.

D. Ford diyor ki; insan ruhunun en zayıf noktası kendini baltalama hareketlerinin de kaynağıdır ki bu utanç ve korku duygusudur. Ruhumuzun derinliklerinde baskı altında tuttuğumuz ve yadsıdığımız tüm duygular, her şey harikulade gidiyor derken yaptığımız bir şeyle tepetaklak olmasına sebep olabilir. “Ben bunu nasıl yaparım” denecek türden üstelik…

Her insanın hem aydınlık hem karanlık yanları var, çoklu delilik halleri bir nevi. Herkes içinde bir çok potansiyel barındırıyor. Bir hattan diğerine geçmek an meselesi değil de ne? Karanlık yanlarımızı bastırmak, zamansız ve sağlıksız şekilde ortaya çıkmalarına davetiye aslında. Bize “kötü” şeyleri yaptıran ise, yaralı egomuz. Egomuz başlı başına karanlık bir güç değildir aslında. Kendimizi bir birey olarak göstermemize yardım eder. Sadece, korktuğunda, incitildiğinde, yok sayıldığında yaralanır. Bu olumsuzluklar dayanılmaz bir hal aldığında ise sağlıklı ego, yaralı egoya dönüşür ve bizi olduğumuzdan başka biri olmaya iter. Asıl kişiliğimizden bölünerek sahte bir kişilik yani bir dış kabuk yaratır. Sonra mı? Başlasın iç savaş.

İçimizde her daim iki sesin bir savaşı yok mu aslında? Biri rahatken diğeri kuşkulu, biri her halinle mükemmelsin derken diğeri yeteri kadar iyi değilsin der, biri adım at der diğeri dur. İkisi de biziz. Yaralı ego, hayat mücadelesi olarak gördüğü bu savaşta, kendisini sürekli başkaları ile kıyaslayarak değerlendirir.  Başka birisinden “daha” iyi (güzel, akıllı, güçlü vb) olduğuna inanacağı şekilde hareket eder. Başkaları ile kıyaslama sayesinde, kendi duygu ve düşüncelerimiz gözümüze o kadar da “kötü” gözükmemeye başlar. Ondandır, tepeye tırmanmış başarılı bir insanın, nasıl yuvarlandığının anlatıldığı kötü haberlere olan ilgi. İnsanı ilk başta şoke eden öyküler, bir noktada her birimizin içinde olan karanlık yanımızın dayanılmaz baskısını hafifletir! Bazen yalnız olmamak için etrafımızdakilerin karanlık yanlarına çeviririz gözümüzü, daha “kötü” şeyler varsa biz otomatik olarak daha “iyi”yizdir. İnsanın tam da bu noktada şu soruyu sorası geliyor: kendimizi sevmeyi geçtim, kendimize tahammülümüz var mı?

Niçin kendimizin en kötü düşmanı olabiliyoruz?

Sebep, ham utançtır. Utancımızı görmezden gelmeye, bastırmaya devam ettiğimizde öyle bir an gelir ki onu kendimizi mahvedecek şekilde dile getiririz. Belki başarısızlık ve değersizlik duyguları iç dünyamızı sarsar ve kendimizden şüphe duyarız. Belki başkalarının bizden daha ileride olduğunu görmek utancımızı tetikler. Ya da başka bir açıdan, rahatlık alanımızın dışına taşacak şekilde başarı ve takdire layık görüldüğümüzde de bu olabilir. Çevremiz tarafından kıskanılmaktan korkarak, diğerlerinden daha başarılı ve yetenekli olmanın utancı da kendimizi frenlememize sebep olabilir.  Öyle ya da böyle utanç, bizim olacak başarıyı sabote etmemize yol açar. Aynı anda hem iyi hem kötü insanlar olduğumuzu anladığımız zaman, karanlık dürtüleri doğrultusunda hareket eden “diğerleri” hakkında hüküm vermekten kendimizi alıkoyabilir ve denge kurabiliriz.


Utancın kaynağı nereden geliyor peki?

Küçük yaşlarımızdan itibaren hepimiz kişiliğimizin bazı yanlarının kötü olduğuna inandığımız için onları reddedip gizlemeye eğitildik. Neymiş bu utanç yahu! Yaşasın bilinçaltı! Küçücük yaşlarda, herkes “en mükemmel” ailede büyüse dahi şunlara maruz kalmıştır: “niçin bunu yaptın, akıllı kızlar öyle şeyler söylemez, cici çocuklar yalan söylemez, uslu çocuklar söz kesmezler”  Çok zor olmamıştır aslında, bir çocuğun bunları yaptığı anda ben “kötü”yüm inancına sahip olması…

Ruhlarımızın o naif bedenlerde ve yaşta negatif durumlardan ne kadar kolay etkilendiğini anlayamadan, utanç duygusunu bir güzel içselleştiririz. Yetişkin yaşamlarımızda da,  farkında olmadan içimizdeki utanç korku ve türevlerini dışa vuracak şartları yaratırız, kendimize kanıtlarcasına! İşte inancımızı ispatlamak için dışımızda o ortamı yaratmak, iç programımızdaki yıkıcı etkidir, insan yazılımının virüsü. Beyin doğru kabul ettiğini dener. Hak etmiyorum, çok şeye sahip olursam dışlanırım, az şeye sahip olursam sevilmem korkuları; içsel olarak başarımızı sabote etmeye zorlar. Bir nevi bilinçli ya da bilinçsiz kendimizi cezalandırmış oluruz.

Peki ya korku?

Gerçek bizi gösterdiğimizde; sevilmeyeceğimiz, beğenilmeyeceğimiz ya da onaylanmayacağımızdan korkarız.  Her birimizin içinde bu korkunun bir şekli var. Utanç,  yaralı ego ya da sahte kişiliğin hamuru “korku”dur.  Ayrıca Debbie Ford’a göre, korkular hayatımızda zehirli duygular (incinme, umutsuzluk, üzüntü, öfke, kıskançlık ve nefreti) türetir.

Korku ve utanç; yarattığımız maskelerin yani sahte kişiliğin anne ve babasıdır.  Sahte kişiliğimiz sağlam olduğu sürece utanç ve korkuyu örtbas edebilirim diye düşünürüz. Ancak içimizle bütünleşmeyip dışta sayısız maskeler yaratmak insanı içten çürütür. Büründüğümüz kişilikler başlangıçta korunma mekanizması olsalar da bir süre sonra bizi içlerinde hapsederler. Yeni bir işimiz, sevgilimiz, sayısız kıyafetlerimiz ve bolca gelirimiz olduğunda kendimizi daha iyi hissedeceğimizi düşünürüz; ancak özünde bu yaptığımız bir başka maskenin daha iyi olduğunu hissetmekten öte değildir.

Sahte kişiliği ortaya çıkaran içsel yalan ağı parçalandığında, yaratılış özelliklerini kabul edip maskesinden sıyrıldığında, insan gerçekten özgürleşmeye başlamış olur. “Ben” bilincimiz yani egomuz kendimizin sadece bir kısmıdır aslında. Hayallerimizi sabote ettiren ve bizi kendi kendimizin en kötü düşmanı yapan hastalığımızın nedeni, “egomuz ile aşırı özdeşleşmemizdir”. En saf kişiliğimiz ve özümüz, “biz” bilincini keşfetmeye hazır olduğumuzda ortaya çıkar.

Ego dış dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, gerçekten özlemini çektiği şey aslında iç dünyadadır.

Özünde ise hasta kalbin kutsal ilacı olan “bağışlama” var.

Kendimizi de başkalarını da yaralayabildiğimizi, hatalar yaptığımızı, kendimizi hırpalamadan kabul etmek bir bağışlama girişimidir.

Bağışlama becerisi kazanabilmek için D. Ford’un soru önerileri:

–          Bu deneyimden istediğim kişi olabilmek için nasıl faydalanabilirim?

–          Almış olduğum bu dersi başkalarına nasıl öğretebilirim?

–          Bu olayı kendimi iyileştirmek için nasıl kullanabilirim?

–          Bu dersi çevremin de iyileşmesini sağlamak için nasıl değerlendirebilirim?

Emmet Fox demiş ki, “kırgınlığımız, bizi kırıldığımız kişiye çelik halattan daha sağlam bir bağ ile bağlar.” Başımıza her ne, her kimin yüzünden geldi ise, geçmişte kaldı. Geçmiş kontrolümüzde değil, ancak bugünümüz elimizde ki o da geleceği inşa ediyor.

Başkalarından da önce aslında insan kendini bağışlayabilmeli. Çünkü kendini bağışlama, kalbin acısını dindiren insanı özgür kılan dünyadaki en kuvvetli panzehirdir. Kontrol edemediklerimizi düşünmeyi bırakıp dikkatimizi içimize yöneltmek iyileştirir bizi.  Çin Atasözünde söylendiği gibi, değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirme gücü, değiştiremeyeceklerimizi kabullenebilme yetisi, ikisi arasındaki farkı ayırt edebilmek için de akıl dilemek en güzel duadır.

canel Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir